Zamanları sınıflandırır insan, gerek sayısal değerlere göre, gerek kendince bir değer sıralamasına sokarak. Sınıflandırmalarımızda yaşananların yanında "yaşanması gerekenleri" de değer yargılarımıza göre üst ya da alt sıralara yerleştiririz. Kendimizi bir şartlandırma içinde sokarak, bu üst sıralardaki yaşanması gerekenleri bir "amaç" haline getiririz. Yürünmesi gereken ve sonu flamalar ve bitiş çizgisi belli olan bir yol gibi düşünürüz örneğin. Zannederiz ki o bitiş çizgisini geçtiğimizde hayatımız "gökten üç elma düşmüş" gibi bir masal bitim söylemi ile tamamlanacak ve ondan sonra mutlak mutluluk içinde olacağız. Fakat kaçırdığımız nokta da şudur: Hayat, sürekli olarak devinim halinde olan bir çark gibidir, ta ki varoluşunuzun sonuna kadar. Biz ise bu yollarda geçirdiğimiz, hedefe ulaşmak için harcadığımız her an'ı hiçe sayarız, hem de yaşamak istediğimiz tek bir an için. Bu "mükemmel an"ların beklentisi ile anların toplamı olan ömrümüzü harcarız ve "mükemmel an"lardan sonra ki yaşamın tatminsizliği ise her seferinde bir tokat gibi çarpar yüzlerimize. Bitiş çizgisini geçtikten sonra tek gördüğümüz devam eden bir yoldur, uzunluğu meçhul olan. Hayat devam eder, hayat devinir, biz istesek de istemesek de.
Olasılıkların oluşturduğu bu kaosta, iki yüzlü olan bu para her zaman yazı veya tura gelmez isteğimiz gibi. Gerçekleşmeyen amaçlar uğrunda geçen tatminsizliğin egemen olduğu bir hayatta bir yüzüdür bu paranın. Elbet bu söylemlerimden amaçsız süregelen bir hayat biçimini savunduğum sanılmasın. Bir insan bir amaca hayatını adayabilir ve onun uğruna geçirdiği her an ona mutluluk getirebilir. Benim karşı çıktığım nokta hayatın getirdiği her an'ı yaşamaya çalışmak yerine mükemmel an uğruna hiçe sayılan anlar. "Yaşamaya çalışmak" diyorum, dikkat çekerim. Bir hayatın her an'ının yaşanamayacağı aşikar, insan gibi kısıtlı varlığız hepimiz sonuçta. Fakat yaşanmaya çalışılan her an kanımca kutsaldır, tanımaya çalışılan her insan, okunmaya çalışılan her kitap, görmeye çalışılan her yer gibi. İyisi ile kötüsü ile yaşıyoruz işte ve bunlar her zaman adil yüzdeler ile yaşanmıyor. Elimizde böyle kısıtlı bir varoluş ve onun getirdiği zaman kavramı var iken ne diye hapsediyoruz kendimizi daha küçük zaman dilimlerine, anlam veremiyorum.
Kişisel gelişim uzmanı gibi palavra sıkmıyorum veyahut doğu felsefesi alimi gibi hayattan soyutlanmanızı istemiyorum. Sadece bulunduğumuz şu hayatı yaşamanızı istiyorum, iyisi veya kötüsü ile. Hayata ve an'lara anlam vermeye çalışmadan, onunla birlikte devinerek belki de. Hayata bir amaç, bir sıfat, bir yargıç cübbesi giydirmeden, sadece ona yolcu olarak yaşamalı. Hayat bunları değil, sadece "yaşayan"ları bekler çünkü.
Amatör edebiyat,tarih,felsefe ve düşünce.
14 Ekim 2013 Pazartesi
4 Ekim 2013 Cuma
Sokrates Adında Bir At Sineği

Gelelim asıl meseleye,Sokrates'in At Sineği olması meselesine...Filozof savunmasının bir yerinde şöyle diyor:''Eğer beni öldürürseniz,hem büyük,hem cins,ama büyüklüğünden dolayı biraz mahmuzlanarak dürtüklenmesi şart olan cins bir ata benzeyen devleti yerinden oynatmak için,Tanrısal heyetin kararıyla başınıza musallat olan benim gibi bir at sineğini kolayca bulamazsınız.Ben kendimi,Tanrı'nın,devletin başına musallat etmek için yarattığı bir at sineği olarak görüyorum.Ben her gün her yerde sizi dürtükleyip sarsıyor,sıkıştırıyor,azarlıyorum;peşinizi bırakmıyorum.Benim gibi birini kolay kolay bulamayacaksınız.Demek ki beni dinlerseniz,beni,kendi iyiliğiniz için korumuş olursunuz.Ama belki de,ansızın uykusundan uyandırılan biri gibi,öfkelenerek, Anytos'un dediklerine kulak verip kendinizi korumaya yönelecek,beni düşüncesizce ölüme mahkum edeceksiniz ve Tanrı size acıyıp başka bir at sineği gönderinceye kadar,hayatınızın geri kalanında gene uykuya dalacaksınız.'' Sokrates'i devletin ve insanların başına Tanrı mı musallat etmiştir bilinmez ama Sokrates'ten sonra tarih göstermiştir ki at sinekleri hep var olmuştur.At sinekleri sistemin,devletin,insanların bozuk yanlarını kendilerine has tarzlarla göstermiştir.Kimisi Sokrates gibi bu kutsal amaca inanarak,nihai amacına ulaşmak için politikaya karışmamış,kimisi karışmıştır.Sokrates,politikaya karışmayarak yetmiş sene yaşayabildiğini söylemiştir.Sokrates'in politikaya karışmadığı için yetmiş sene yaşayabildiğini söylemek bir teoridir ama gerçek olan şudur ki at sinekleri her zaman öldürülmüştür.At sineklerinin bitmediği gibi Anytos'larda bitmemiş,bitmeyecektir.
At sineklerine baldıran zehrini içirenler bizleriz.Uyandırılmak istenen bizler.Bizler uyanmadıkça at sinekleri sürekli baldıran zehri içecek ve onların baldıran zehri içtiği her gün omuzlarımıza birer at sineği yükü daha binecek.Bizim at sineği kadar hissetmediğimiz ama kütlesel manada çok büyük olan bir yük...Bilelim ki Suç Anytos'lar da değil,at sineği dediğimiz devleri görmeyen kör gözlerimizde!
3 Ekim 2013 Perşembe
Tek Bir Geçmiş, İki Farklı İnsan
Kendime ve çevremdekilere hep derim, geçmişten bahsedildiği vakit. "Geçmişi yaşayan insan ile geçmişi düşünen insan aynı kişi değildir." Açmak gerekirse, belirli bir anı yaşayan belirli bir insan eğer o an üzerine gelecek bir zaman diliminde düşünür ise onu yaşadığı gibi bulamayacaktır. Peki dayanağım mı ne? Elbetteki tek gözlem aracım olan "ben." Bir insanın temel gözlemini kendi karakteri üzerinden şekillendirmesi dışında, başka bir ihtimal söz konusu mu ki zaten? Hangimiz farklı insanları, farklı hayatları yaşayabiliyoruz? Yaşadığım ve anladığım tek benlik olan kendi benliğim üzerinden konuşacağım öyleyse. Yaşanmış olanı düşündüğüm vakit kendimi her düşünüşte farklı sorular sorarken yakalıyorum. Bir gün kendimi haklı bulurken, öbür gün haksız bulabiliyorum. Her seferinde farklı bir bakış açısı ile yaklaşıyorum, o an ki hissettiklerime göre. Peki bunun sebebi nedir? Bunu benim gibi Cemil Meriç'te sorgulamış zamanında, aklımdaki bu konuya dair bir çok ve dağınık fikirleri bir eden de odur zaten. "Neleri hatırlıyoruz? Niçin hatırlıyoruz? İntibalarımızın kaçta kaçı şuura intikal ediyor? Hatırlayıp, hatırlamamakta özgür müyüz? Şuur altında uyuyan ihsas ve intibalar yığınını yeniden niçin ve nasıl inşa ediyoruz? Bazen tam bir iyi niyetle mazideki olayları çarpıtıp durmuyor muyuz? Aynı olaylar ile ilgili çeşitli şahadetler nasıl kontrol edilecek? Hatıralarımızda ferdi ile sosyalin payı nedir?" diye ardı arkası kesilmeyen ve hiç birine tutup da tatmin edici bir cevap bile verilemeyecek soruları sormuş üstat. Bu soruların hepsini tek tek açmak, belki bir ömür sürer. O yüzden şu soruları soracağım, "gerçek" bir geçmişe sahip değilsek, "ben" diye tanımladığımız şey nedir? Anılarımız, yaşanmışlıklarımız ve çıkarımlarımızın oluşturduğu biz sadece takındığımız bakış açılarından birinin, anlık bir duygusal halin mi eseri? Ve bu benliğimizi olduğundan değersiz yapar mı? Hayatın olasılıkların ve seçimlerin bir flörtü olduğunu düşünen bir insan olarak şunu demeliyim: seçimlerimizi yaşıyoruz ve bunu tersine çevirmek gibi bir ihtimale pek sahip olmuyoruz. Bu yüzden yaşamalıyız, soruları yok sayarak değil fakat yaşamalıyız işte. Hayatın hem anlaşılıp hem yaşanması imkansız derler, ben ise denge kurmaktan yanayım.
14 Eylül 2013 Cumartesi
İzm'ler
Bu yazıyı kendi çevremden esinlenerek yazıyorum.Öyle ki herkes bir ideolojiye bağlanmış durumda.Bu bir sorun mudur derseniz tabii ki değildir.Sorun bir ideolojiye bağlanmakta değil bağlı olunan ideolojiyi bilmemekte.Her siyasi ya da yaşam fikrinin eleştirel yanı vardır bence.Ama arkadaş ben Komünistim,Kemalistim diyorsan bunun ne olduğunu bileceksin.Ben sana komünizm nedir dediğimde gelip bana ''herkesin eşit olmasıdır yeaa'' demeyeceksin.Ya da Kemalist arkadaş sana Kemalizm'in kaidelerini soruyorsam onlara adam akıllı cevap vereceksin.Cumhuriyeti kurmuş falan demeyeceksin.Hiçbir ideolojiye bağlı olmayan biri olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün ekonomik anlamda hem liberal ekonomiyi,hem de devletçi ekonomiyi denediğini biliyorum.Şartlar gereği bunlardan birinin seçildiğini de biliyorum.Yahut Komünist düşüncenin kendi içinde ayrıldığını da biliyorum.Sen hayatını buna göre şekillendiriyorsan en ince ayrıntısına kadar bileceksin.Dünya dinamik bir yapı ve bunun parçaları olan insanlar ve fikirlerde öyle...Bende şu an bir ideolojiye bağlı olmadığımı söylerken ileride böyle konuşamayabilir,bir fikrin destekçisi olabilirim.Ama bir doktrinin adamı olan sen bunu en ince ayrıntılarına kadar bilmekle yükümlüsün.
Cemil Meriç İzm'lerle ilgili Bu Ülke adlı kitabında şöyle diyor:''İzm'ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri.İtibarları menşelerinden geliyor.Hepsi de Avrupalı.''Buradaki idrak akıl erdirme,akıl anlamında.Menşe ise köken... Hayatını fikir işçiliğine atamış ve kör olduktan sonra bile bu işçiliği bırakmamış Cemil Meriç'i seversin veya sevmezsin.Bu fikre katılır veya katılmazsın,önemi yok.Ama sen arkadaş inandığın şeyin ne olduğunu bilmiyorsan bu düşüncenin somut halisin.Acınası durumdasın hatta...Meriç'in fikrine katıldığımızı farz edersek sen üzerine giydiğin deli gömleğinin bile ne olduğunu bilmeyensin!
3 Eylül 2013 Salı
Fanatizm
Sözlük anlamına baktığımızda anlamının bağnazlık olduğu görülüyor.Kavram çok değişmiş.Tamamen anlamından kopmamış ama değişmiş.Ülkedeki tezahürü çok büyük...İnsanlar sanki her an bağlanmak için delilercesine bir şeyler arıyorlarmış gibi.Bir müzik grubu,müzik türü,futbol takımı,siyasetçi ne olursa olsun...Ya da bu bahsettiğimiz örneklerin iç içe geçmesi durumu oluveriyor.Futbol takımı tutar gibi siyasi parti tutmak,müziğe verilen anlamı futbol takımına vermek misallerinde olduğu gibi.Durum ortaya koyuyor ki bu ülkenin insanlarının aidiyet sorunu var.Bir şeylerin bir parçası olmak ihtiyacı,sonra da ne olursa olsun parçası bulunduğu olgunun eksiklerini inkar etmek.Sonraki aşama bunları hiç görememek.Körleşmek...Siyasetin yaşadığımız yeri daha iyi yapma amacı güttüğüne inanıyorum.Futbolun ve müziğin ise eğlence...Fakat kavramları bu kadar karıştırır ve körleşmeye devam edersek ne siyaseti daha iyi bir yaşam ve yaşantı yapma amacıyla yapabiliriz ne de futbolu,müziği bir eğlence...Ne daha güzel bir Türkiye umutları gerçekleşir ne de müzikten,futboldan bir eğlence!
1 Eylül 2013 Pazar
Gerçek İle Fantezi Arasındaki Sınırları Kaldıran Adam: Marquez!

Ailede bir çok kişi benzer isimleri taşır.Aureliano,Arcadio gibi...Ama hepsi o kadar ayrı yaşanmışlıklar içerisine girer ki okumaya ara vermeyeniniz için bunları karıştırmak imkansızlaşır.''İnsan öleceği zaman değil ölebileceği zaman ölür'' der Albay Aureliano.Otuz iki savaş yapmış otuz ikisinide kaybetmiştir.Kaybı savaşta değil ülküsünde olmuştur asıl.Remedios,Ursula,Arcadio hepsi birer ayrı dünyadır.Eğer şu yaşadığı dünyanın bayağılından sıkılan ve hala Marquez'i tatmayan varsa bence bir eserini eline alıp okumaya başlasın.Başımızdan ölüm saçacak füzelerin geçmesinin yakın olduğu günlerde penceresinden uçan halının geçmesine bir çok kişinin bence ihtiyacı var.Kitabı anlatmak yerine tavsiye yazısına benzer bir yazı yazdım.Şayet kitabı anlatmaya kalkışsaydım on sayfalık bir yer tutardı sanırım.Bu yazı hiç Marquez okumayanlar için dilerim faydalı olur.
30 Ağustos 2013 Cuma
Bin Dokuz Yüz Seksendört'te Aşk ve Bin Dokuz Yüz Seksendört

Konumuza gelirsek karakterimiz Winston Smith'in bu korku dünyasındaki ilk sivil itaatsizliği bir günlük yazmak oluyor.Daha sonra geçmişin güzelliklerini kopuk kopuk aralayan Smith umudun proleteryalarda olduğu fikrine kapılıyor.Fakat kitabı okurken çıkarımını yaptığım şey şuydu: Proleteryalar kendilerinde o gücü görüyorlar mı?Görmüyorlar yani kendilerindeki gücün farkında değiller.Böylece bahsettiğimiz güç hiç var olmamış oluyor. Smith'in itaatsizlikleri Julia ile yaşanan aşk birleşmesiyle devam ediyor.Oysa Orwell'in bu korku ütopyasında cinsellik sadece partiye maddesel olarak insan sağlamak için yapılması gereken bir şey.Çiftimiz yakalandıklarında herşeyi kabulleneceklerini ama kimsenin ve hiçbir şeyin aralarındaki sevgiyi bitiremeyeceğini düşünüyor.Nitekim öyle olmuyor.Sevgi insanoğlunun en büyük korkusuna yeniliyor.İnsanoğlunun bireysel manada düşününce en büyük korkuları çok değişken.Yazar burada çok çarpıcı bir soru soruyor.Gerçekten bireysel olarak bu hayatta en çok korktuğumuz işkence aşkı alt edebilir mi?Bu en korkunç olan şeyi tinsel manada düşününce bunun bize değilde aşk dediğimiz o varlığa yapılmasını tercih eder miyiz?Sorunun cevabı siz okuyuculara kalmış ama Orwell'in korktuğunu yazıya döktüğü eserde maalesef en büyük korku galip.
İster sevgimiz korkuya yenik düşsün ister düşmesin.İnsanı insanlığından çıkaran bir sistem partinin amacı.Sadece kalpleri atan bir et,kemik yığını onların istedikleri.Bu ortamda en büyük korkuya yenilmek,aşkı ve insanlığı kaybetmek önemli değil.Kaybetmek aksine gurur verici.Çünkü kaybetmek elimizde bir şeyler varsa olur.Kazanmanın gerektirdiği bir yerde bunu kazanmamaya çalışmak ya da kazanmak gerekliliğini görmemek ahmaklık.
1948 yılında yazılmış bir yapıttan, bir korku ütopyasından daha korkunç olanı bugün yaşanıyor.Düşünmenin yasak olmadığı,suç olmadığı günümüzde hepimiz kendi kendimizin düşünce polisi oluyoruz.Kimsenin aşkımızı yok etmek için korkularımızı kullanmadığı bir dünyada aşkı itibarsızlaştırıp korkudan daha aşağılık bir şeye ''zevklerimize'' satıyoruz.
Smith ve Julia'nın yenildiklerine ben inanmıyorum.Belki değiştirildiler;insanlıkları,sevgileri,düşünme kabiliyetleri ellerinden alındı evet.Ama onlar yenilmedi.Sadece kaybettiler.Çünkü aşkın,duyguların,düşünmenin,bir kazanım olduğu bir yerde onlar bunu kazanmışlardı.
NOT:Bu güzel kitabın Michael Radford tarafından çok güzel bir filmide çekilmiştir.İzlemeyenlere şiddetle tavsiye edilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)