30 Ağustos 2013 Cuma

Bin Dokuz Yüz Seksendört'te Aşk ve Bin Dokuz Yüz Seksendört

                          Orwell'in muhteşem eseri Bin Dokuz Yüz Seksendört bilindik ve ülkemizde daha çok bilinmekte olan bir eser.Eserin bir diktatörlük incelemesi olduğu ortada.Fakat ben bu yazımda eserdeki ilişki üzerinde de durmak ve kendimce çıkarttığım sonuçları,soruları dile getirmek istiyorum.Orwell kitabında felsefi terimle ifade edersek bir disütopya yani korku ütopyası yaratmış.Okudukça anlaşılıyor ki bu kitap sadece terim olarak değil gerçek manada da insanı korkutuyor.1948'de yazılıp 4 ve 8 rakamlarının yer değiştirilerek ileri bir tarihi işaret ettiği bu korku ütopyasında göze ilk çarpan şey Orwell'in ileri görüşlülüğü oluyor.
                        Konumuza gelirsek karakterimiz Winston Smith'in bu korku dünyasındaki ilk sivil itaatsizliği bir günlük yazmak oluyor.Daha sonra geçmişin güzelliklerini kopuk kopuk aralayan Smith umudun proleteryalarda olduğu fikrine kapılıyor.Fakat kitabı okurken çıkarımını yaptığım şey şuydu: Proleteryalar kendilerinde o gücü görüyorlar mı?Görmüyorlar yani kendilerindeki gücün farkında değiller.Böylece bahsettiğimiz güç hiç var olmamış oluyor. Smith'in itaatsizlikleri Julia ile yaşanan aşk birleşmesiyle devam ediyor.Oysa Orwell'in bu korku ütopyasında cinsellik sadece partiye maddesel olarak insan sağlamak için yapılması gereken bir şey.Çiftimiz yakalandıklarında herşeyi kabulleneceklerini ama kimsenin ve hiçbir şeyin aralarındaki sevgiyi bitiremeyeceğini düşünüyor.Nitekim öyle olmuyor.Sevgi insanoğlunun en büyük korkusuna yeniliyor.İnsanoğlunun bireysel manada düşününce en büyük korkuları çok değişken.Yazar burada çok çarpıcı bir soru soruyor.Gerçekten bireysel olarak bu hayatta en çok korktuğumuz işkence aşkı alt edebilir mi?Bu en korkunç olan şeyi tinsel manada düşününce bunun bize değilde aşk dediğimiz o varlığa yapılmasını tercih eder miyiz?Sorunun cevabı siz okuyuculara kalmış ama Orwell'in korktuğunu yazıya döktüğü eserde maalesef en büyük korku galip.
                      İster sevgimiz korkuya yenik düşsün ister düşmesin.İnsanı insanlığından çıkaran bir sistem partinin amacı.Sadece kalpleri atan bir et,kemik yığını onların istedikleri.Bu ortamda en büyük korkuya yenilmek,aşkı ve insanlığı kaybetmek önemli değil.Kaybetmek aksine gurur verici.Çünkü kaybetmek elimizde bir şeyler varsa olur.Kazanmanın gerektirdiği bir yerde bunu kazanmamaya çalışmak ya da kazanmak gerekliliğini görmemek ahmaklık.
                     1948 yılında yazılmış bir yapıttan, bir korku ütopyasından daha korkunç olanı bugün yaşanıyor.Düşünmenin yasak olmadığı,suç olmadığı günümüzde hepimiz kendi kendimizin düşünce polisi oluyoruz.Kimsenin aşkımızı yok etmek için korkularımızı kullanmadığı bir dünyada aşkı itibarsızlaştırıp korkudan daha aşağılık bir şeye ''zevklerimize'' satıyoruz.
                     Smith ve Julia'nın yenildiklerine ben inanmıyorum.Belki değiştirildiler;insanlıkları,sevgileri,düşünme kabiliyetleri ellerinden alındı evet.Ama onlar yenilmedi.Sadece kaybettiler.Çünkü aşkın,duyguların,düşünmenin,bir kazanım olduğu bir yerde onlar bunu kazanmışlardı.
                    NOT:Bu güzel kitabın Michael Radford tarafından çok güzel bir filmide çekilmiştir.İzlemeyenlere şiddetle tavsiye edilir.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Stefan Zweig,Satranç ve Kendine Kaybeden İyilik

         Stefan Zweig'ın ünlü yapıtı Satranç'ı az önce bitirdim.Can Sanat Yayınları'ndan çıkan kitabı Ayça Sabuncuoğlu çevirmiş.Kitap uzun öykü türünde bir eser.Bilmeyenler için özetlemek gerekirse olay Czentovic ve Dr.B arasında geçiyor.Otoriteler arasındaki genel kanı ise Czentovis'in Hitler'i temsil ettiği yönünde.Dr.B. ise bir çoğuna göre Stefan Zweig ve onun gibiler yani yok olmaya mahkum onun gibiler.Bu cümlemde kitabın ''Satranç Tahtasında Bir Avrupalı'' adlı önsözünü yazan Şebnem Sunar'dan alıntı yaptım.Şebnem Sunar şöyle diyor: ''...Mirko Czentovic ile Dr.B. örneğinde figürlerin diziliminin karşıt politik sistemleri temsil ettiği söylenebilir.Satranç şampiyonu Czentovic ilkelliğiyle 'küçük bir Hitler' modeli çizerken, gerek Gestapo gözetiminde bir otel odasına kapatıldığında gerek Czentovic karşısında bile aslında hep kendine karşı oynayan ve 'siyah olan ben ve beyaz olan ben' olarak kişiliği ikiye bölünen Dr.B. de yok olmaya mahkum edilen bir dünyayı simgeler.Böyle bakınca, Dr.B. insancıl ve özgür bir yaşam biçimini temsil eden dünya görüşüyle,hiç kuşkusuz Zweig'in kendini yansıttığı bir figürdür.Bu bakımdan Satranç,Stefan Zweig'in şiddetin egemenliğine karşı koyamayan ve mat edilen özgürlüğü son bir kez daha ele aldığı yapıttır.''
       Dr.B. hayatının bir döneminde hiçliğe mahkum edilmiş bir karakterdir ve bir şekilde tek uğraşı kendi kendisiyle satranç oynamak olmuştur.Burada ben Şebnem Sunar'ın teorisini biraz daha büyüttüm.Yok olmaya mahkum edilen bir dünyayı ya da insancıl ve özgür yaşam biçimine ek Dr.B.'ye daha büyük bir rol biçtim kendi kafamda.Bence Dr.B. iyinin ve iyiliğin ta kendisi.Kötülükle-Czentovic- yaptığı mücadelede kendi kendisine yenilmiştir.Çünkü ona satranç oynamak demek hiçliğe tutsak edildiği bir odada tekrar bulunmak demektir.Tekrar kendisiyle oynamak,tekrar kendine kızmak,kızarken yenen kendisine sevinmek!O iyi olmak için yaşarken öyle bir mücadele vermiştir ki içinde bulunduğu hiçlik dünyasındaki tek şey kendisi yani ''siyah olan ben,beyaz olan ben'' durumu olmuştur.Çünkü hiçliktedir,yalnızdır.Rakibi kendisidir.İyi olmak rakip gerektirmez ama konu satrançsa rakipsiz olmaz.Sunar'ın deyişiyle Küçük Hitler'le olan yarışında Dr.B. kendi rakibine yani kendine dönmüştür.Bu oyun ona o günleri geri getirmiştir.Czentovic ise bunun farkında olarak hareket eder.İyi yalnızdır,biriciktir.İyiyi yenmenin tek yolu onun yalnız ve biricik olduğuna onu inandırmaktır.Tıpkı Gestapo'nun yaptığı gibi.İyi kendi kendisiyle çarpışmaktan kötülükle olan savaşına ikince kez bakamamıştır.Kötü kazanır.Çünkü onun doğasında yalnız olmak vardır.Tıpkı Czentovic'in eserde yalnız olduğu gibi.İyi ise kendisiyle çarpışmaktan vazgeçmelidir ama bunu yapmak mümkün değildir.Lakin kötüyle yapılan çarpışmaya gelene kadar hiçliğe mahkum edilmek buna izin vermez.Kitabın anlatıcı karakteri onu dürterek kendine getirmeyi başarır fakat iyi satranç masasından mağlup ayrılmıştır.Bu kötünün ve kötülüğün çokça bulunduğu dünyada iyinin size bir ve biricik olduğuna inandırmak isteyenlere ve sizi hiçliğe itenlere izin vermemeniz dileğiyle!

27 Ağustos 2013 Salı

Okulda Edebiyat ve Okuması İstenmeyen Toplum

             Blog okuyucuları büyük ihtimalle farklı dönemlerde lise öğrenimi görmüş olacaktır.Sistemin sürekli değiştiği ama hiçbir şeyin değişmediği bir ülkede herkese hitap edecek bir yazı yazmak kolaylaşıyor.Keşke kolaylaşmasa!
             Edebiyat derslerini hatırlayalım.Sene öncesi hocalarımız okunacak kitaplardan bahseder.Ama o okunacak kitaplarla küçük bir öğrenci azınlığı hariç pek çoğumuz çok çok sonra tanışırız.Hal böyle olunca isimleri ve eserleri üstün körü geçen bir edebiyat sistemi oluyor dersimiz.Nazım Hikmet'in toplumcu-gerçekçi ,Baudelaire'in sembolist olduğundan öte geçemiyor öğrenciler. Tolstoy'u sadece gerçekçi olduğundan ve sınavda çıkma ihtimalinden dolayı bilen öğrenciler hiçbir zaman Savaş ve Barış'ı tadamıyor.Hiçbir zaman hayatlarına Andrey Bolkonski'yi sokamıyorlar.Bir de üniversite sınavlarında bu ve benzeri yüzlerce kitaplardan muaf oluyorlar.E o zaman nasıl soruları cevaplıyorlar diye sorarsanız onuda söyleyelim:özetlerle! Dersanelere giden öğrencilerimize eser özetlerinin içinde olduğu kaynaklar veriliyor ve bu yöntemle sınavda sorular cevaplanıyor.

                                                    Nasıl Olmalı?

           Mevcut sınavlı sistemle muafiyetin bulunduğu kitapların tek tek derslerde işlenmesi zor.Derslerde işlenmesi derken herkesin kitabıyla derste bulunduğu ve okunan eser üzerine fikir ürettiği bir dersten bahsediyorum.Edebiyat dersinde hem bunları okumak ve konuşmak hem de bugün işlenilenleri öğretmeye zaman yetmez.Ama en azından salt kitap üzerine dersler olmalı.Öğrencilerin kitaplar üzerine konuştuğu,anladığını anlattığı;farklı bakış açılarını öğrendiği dersler.Size örnek olarak 12.sınıfta verilen ve hiçbir şeyin yapılmadığı bir dersten bahsedeyim.Diksiyon dersi denilen ama son sınıf öğrencisinin test çözdüğü bir ders var mesela.Bu sadece 12.sınıflar için değil araştırırsanız her sene hiçbir şeyin yapılmadığı dersleri göreceksiniz.O zaman burada sormamız gereken soru değişiyor.

                                                Neden Yapılmıyor?

         Kitaptaki KDV oranının havyar ile birlikte yüzde sekiz olduğu bir ülkeden                  bahsediyoruz.Pırlanta,yakut,zümrüt,inci,safirin ise KDV'ye tabi olmadığı bir ülke bu!Steinbeck'in  Gazap Üzümleri ve Fareler ve İnsanlar'ının muzır neşriyat olduğu bir ülke!Sorunlara çözüm üretmeye çalışıyorum ama sonucunda ''evet bu yapılmalı'' demek yerine yine soru sormak zorunda kalmaktan üzüntülüyüm.Neden İstenmiyor?